ORASI SAĞ GAZETEYDİ BEN SOSYALİSTTİM

Bekir Coşkun özel hayatını Makbule Cengiz’e açtı

Çalışarak okuyan öğrenci hikayeleri çoktur ama Bekir Coşkun’un hikayesi bunun en renklilerinden. Ankara pavyonlarından geçerken Zeki Müren’e bile değen bir “talebe” hikayesi…

Çalışarak okuyan öğrenci hikayeleri çoktur ama Bekir Coşkun’un hikayesi bunun en renklilerinden. Ankara pavyonlarından geçerken Zeki Müren’e bile değen bir “talebe” hikayesi.

İstanbul günlerinde kanun çalarken üniversite sınavını da ihmal etmeyen genç Bekir Coşkun, Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanır. Üniversiteyi kazanınca da Ankara günleri başlar. Memur babanın çocuğu Bekir, babasına yine yük olmak istemez, zaten aile de artık kalabalıktır.

“Babam tek başına bir devlet memuru. Oğlanlar ufak, kızlar büyüdüler. Onlar da okuyorlar, ben de okuyorum. Babam neyi var neyi yok bizi okutmak için harcıyor. Babamın yükünü hafifleteyim diye okurken de çalışmaya başladım. Üniversitede ne öğrendiysek babam bize dört katını öğretti. Öyle bir adamdı.”

Ankara’da pavyonlarda çalışmaya başlar. Hem okur hem parasını kazanır Bekir Coşkun. Ankara hayatı böyle başlar, bekar arkadaşlarıyla bir ev tutar. Ve Ankara’dan bir daha ayrılmaz.

“Gençlik Parkı’nda gazinolarda kanun çalardım. Sonra baktım hukuk zor, zaten hevesim hep gazetecilikti, ben de gazeteciliğe geçtim. Barış Kaşıkçı var bizim gazeteci, onunla birlikte gazeteciliğe gitmeye karar verdik. Gittik okuldan dosyalarımızı aldık, gazeteciliğe kaydımızı yaptırdık. Üç sene miydi neydi ben dört senede bitirdim, ama olsun bitirdim sonuçta.”

Ankara günlerinde iyi para kazanmaya başladı. Sabah üçlere dörtlere kadar gazinolarda kanun çalıyordu. Zannedildiği gibi Zeki Müren’in arkasında uzun zaman kanun çalmadı ama Zeki Müren Bekir Coşkun’un hayatında önemli bir eşiği aşmasında büyük rol oynadı.

“Zeki Müren’e çaldım denilemez. Zeki Müren Türk Sanat Müziğinde devrim yapmış adamdır. Sanat müziğine gitarı, piyanoyu sokan adamdır, sahnede çok sesli müziği ilk kez o yapmıştır. Bir konserinde diyelim 20 tane ud, 20 tane keman olur, böyle zengin bir kadrosu vardır. Onlardan biriydim ben. Onun asıl çalgıcıları önde olur onların önüne mikrofon konulurdu. Bizim mikrofonumuz yoktu. Benim ömrümde biraz mikrofonu aramakla geçti, sesimi duyurmak istedim.”

Zeki Müren’e çalması ise tesadüfi bir tanışma ile oldu. Bir gece vakti sahnede dinledi Zeki Müren, Bekir Çoşkun’u ve eğitim hayatını etkileyecek bir el uzattı.

“Ankara’nın batakhane bir pavyonu var, Rüzgarlı sokakta. Hukuku bıraktım gazetecilik okuyorum. Pavyona gidip gelirken sağda solda tabelalar var Günaydın, Hürriyet, Milliyet, Ulus, Tercüman… Onlara bakıp hep iç çekerdim ‘bunlardan birisine girebilecek miyim’ diye. Kavgaların karmaşasının olduğu bir pavyonda çalışırken dönemin en iyi gazetelerinde yazmayı hayal ediyorum. Büyük bir pavyon burası, saz heyeti hep Ankara Radyosu’ndan. Onlar önce fasıl yapıyorlar. Besim Hoşses hoca okurdu fasılı. Ankara’nın önemli bürokratları da sekizde gelip fasılı dinleyip giderlerdi. Yani güzel bir fasıl okunurdu, mesela hoca anons yapardı ‘bugün suzinak fasıl okuyacağız’ derdi. Böylesi profesyonel bir ekibin içinde ben iyi çalmıyorum açık söyleyeyim. Bana hicazları, aruzları yanımdaki kanuncu söylüyor. Diyezleri falan bana yandaki klarnetçi söylüyor. ‘Do’yu diyez yap oğlum’ diyor. Do-diyez-si-bemol… Mesela hicaz okunacak bana kulağıma ‘do diyez si bemol’ diyor. Orada bir gece geç vakit saat 02.00 oldu. Ben de kitabımı oraya götürüyorum, boş anlarda çalışıyorum akşamları. Birgün bir masaya beyaz örtü örtüldü, çiçekler konuldu. Derken dedikodu geldi Zeki Müren geliyor dediler. Zeki Müren yanında şık giyimli adamlarla geldi. Tabi hoca ve fasıl ekibi gitmiş, fasıl bitmiş. Artık biz pavyon şarkıları çalıyoruz, konsomatris kadınlar da sırayla sahneye çıkıp şarkı okuyorlar. Hem sarhoşlar hem de çoğunun sesi çıkmıyor. Bir kadın çıktı şarkı okuyor ben de kanun çalıyorum. Bir şarkı okudu “bu çeşme dertli çeşme, su içecek bir tası yok, kırma insan insan kalbini yapacak ustası yok” parçanın sözleri bunlar. Bu şarkılarda aralarda enstrümanlardan birisine meyan dediğimiz soloyu verirler. O enstrüman kendi içinden gelen duygularla diğer enstrümanlardan kopuk kendi içinde gezinti yaparlar. Şak diye mikrofonu kanuna tuttu. Ben de gezinti yaparken makamı kaybettim. Yine klarnetçi yetişti imdadıma. Ben mahcup oldum tabi. Garson geldi ‘soyunma odasına Zeki Paşa sizi çağırıyor’ dedi. Berbat ettim diye beni çağırıyor dedim. Benim lakabım da pavyonda talebe. Yani Bekir Coşkun falan yok. Adımı da kimse bilmiyor zaten ‘talebe’ işte. Gittim, yanına bir sandalye getirttirdi, ‘otur bakalım, senin kim olduğunu sordum talebe dediler, adını falan bilmiyorlar. Okuyormuşsun’ dedi. O zamanlar bir üniversiteli gencin kanun çaldığı görülmüş şey değil. Nerede okuduğumu sordu söyledim. ‘Sen buraya kitap getiriyormuşsun, okuyormuşsun soyunma odasında’ dedi. Kitabımı istedi getirdim, benim göremeyeceğim şekilde oradan bana sorular sordu, cevapladım. Sonra kitabı kapattı; ‘bak yavrucum sana bir şey söyleyeyim sen bu insanların arasında okuyamazsın, sen burada istediğin kadar oku saat gecenin 3’ü, yarın okula gittiğinde hiçbiri kalmaz, sen nasıl istikbal bekliyorsun’ dedi. Cevap veremedim. ‘Sana yarın şoförümü gönderip seni buradan aldırtacağım, sana güzel bir aile gazinosunda iş bulacağım orada çalışacaksınız, parası daha az olabilir ama saat 22.00 de işin bitecek eve gidecek ders çalışacaksın, üvertürlere çalacaksın’ dedi. Ben tabi buna pek ihtimal vermedim ama ertesi gün Zeki Bey’in şöförü geldi. Çıkıp gittik. Beni Maltepe’de aile gazinosuna götürüp işe başlattı.”

Bunu hayatındaki önemli eşiklerden biri olarak gördü Bekir Coşkun. Ve o hikayesine sahip çıktı. Yıllarını gazeteciliğe verdi.

Gazetecilik okulunda mutluydu; kendi deyimiyle “kafasına göre bir okuldu” iyi bir öğrenciydi. İlhan Bardakçı, -Murat Bardakçı’nın babası- hocasıydı, gazetecilik tekniği dersine geliyordu. Birgün yanına çağırdı Bekir Coşkun’u, geceleri çalışmaya devam edip etmediğini sordu. Çalışmaya devam ediyordu. “Bırak yarın gazeteye gel, artık gazeteciliğe geçme zamanın geldi” dedi. Ertesi gün Tasvir Gazetesine gitti Bekir Çoşkun.

“Çok ufak bir gazeteydi. Baskısı falan da çok kötü. Çıkıp gittim, benim beklentim büyük. Yazı mı yazacağım,karikatür mü çizeceğim, muhabirlik mi yapacağım. Hoca beni görünce “ha geldin mi Bekir, sen şimdi Ahmet ustaya git sana iş verecek” dedi. Çıktım yazı işlerinde muhabirler, yazarlar oturuyor. Beni başka yere bodrum katına götürüyorlar. Ahmet usta yağlar içinde bir adam. Bana a4 kağıdı ebadında bir konturplak verdi. Üzerine kağıtlar tutuşturulmuş, yukarıdan aşağı çizgiler çekilmiş. Bir tarafında da iller yazılı. Konya, Kayseri, Antep vs. Şunu al şimdi gece kamyona gazeteler yüklenirken mesela Kayseri kaç paket onu yazacaksın” dedi. Yazarlığa bak, yazarlığım böyle başladı. Ama hemen başladım. Benim hocam gönderdi sonuçta diyerek, o işi ciddi yaptım . Bu yüzden ben matbaadan çok iyi anlarım. Temsilcilik yaptığım zaman çok işime yaradı. Makinelerde boya dağılımı, boya cinsi, bobinler çok iyi bilirim. Bunu herhangi bir gazeteci bilmez. Sonra derken bir şeyler oldu o gazete kapandı. Ben okulu bitirdim. Daha okulun son sınıfındayken iş arıyorum. Oraya gittim buraya gittim iş yok. İlhan hoca iş zor dedi. Birisi beni Rüzgarlı sokakta “Hür Anadolu” diye bir gazeteye gönderdi. Sahibi Mustafa Özkan. İyi bir gazeteci, Demirel’e yakın bir isim. Ben sosyalistim orası sağa yakın bir gazete. Genel yayın müdürünün odasına girdim sürekli saçını düzeltiyor, “oğlum bize foto muhabiri lazım” dedi. Ben foto muhabiriyim dedim ama ömrümde de fotoğraf makinesini eline almış adam değilim, yalan söyledim. Fotoğraf makinesini bir kere okulda görmüştüm bir de babam biz çocukken babamın dayısı vardı ABD’ye gidip gelirdi, onun makinesi vardı babam onu ödünç alıp bizim altı kare fotoğrafımızı çekmişti. Orada görmüştüm. Başka yok. Kara kara düşünmeye başladım, fotoğraf çekmeyi bilmiyorum. Üç gün sonra gel başla dedi, üç gün içinde öğrenmem lazım. Başladım koşturmaya.”

Veli Gülkan diye bir Edirne milletvekili vardı onun da bir oğlu var, arkadaşım. Gültekin, oyuncu oldu, Kaynanalar dizisinde oynadı. Bana dedi ki “babamın evde fotoğraf makinesi var kılıfında duruyor, onu ellememiz yasak ama makineyi alalım kılıfı dursun” Öyle yaptık içinden makineyi aldık kılıfı bıraktık. Ben o fotoğraf makinesiyle üç gün geceleri Kızılay’da kedilerin, arabaların fotoğraflarını çekiyorum. Hemen karanlık odaya gidip bakıyoruz nasıl çıkmış diye. Böylece başladım foto muhabirliğine ama çektiğim fotoğraflar hiçbir zaman çıkmadı. Yalnız Mustafa Özkan baba bir adamdı, çalışanlarını çocuğu gibi görürdü. Beni de öyle gördü. Bir iki defa beni kovdular ama ben eve gittikten sonra bir adam gelip beni geri çağırırdı. Mustafa Özkan dayanamazdı, bu çocuklar gazeteciliği çok sever derdi.”

Çektiği fotoğraf gazeteye basılmayınca keşfedildi Bekir Çoşkun’un yazı yeteneği.

“Yazı işleri müdürü Ahmet Nadir’di fotoğraf çekiyorum çıkmıyor ama o zaman resim altına yazılar yazılırdı ben de resim altına yazılar yazıp bırakıyorum. Ahmet Nadir okuyunca bakılıyor yazı güzel ama fotoğraf geliyor yok. Saçını başını yolardı Ahmet Nadir. Bu yazının altına uygun bir fotoğraf bulun arşivden diye. Böyle böyle keşfedildi yazı yeteneğim. Foto muhabirliği ile başladı. Benim bu hastalık sürecinde 30 senedir görmediğim Mustafa Özkan deli oldu, Cunda’ya kadar beni görmeye geldi karısı Cevahir hanımla birlikte. Bana inanılmaz moral verdi. Hastalığım boyunca ne ihtiyacın varsa bana söyleyeceksin dedi. Eski patronlar böyleydi bak. Benim siyasi görüşüm farklı, onunki farklı ama insani boyutta ilişki bambaşkaydı.Her şey bambaşkaydı…

Çok uzun bir yoldan gelen Bekir Çoşkun’un dönemi de, kendisi de bambaşkaydı…

Lekesiz Gazeteci Bekir Coşkun…

Başını öne hiç eğmedi, şerefiyle yaşadı, dimdik veda etti. Sevdiği sonbaharda ayrıldı aramızdan. Ayrılık zor, yeri dolmaz ama anısı yaşayacak.

“Sonbahar güzel oluyor buralarda.

Ama ben ayrılıklara dayanamam.” 2003-Cunda Yazısı

Makbule Cengiz

Odatv.com – 22.10.2020 – 01:00

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*