TANRI’NIN ELİ

Münir Bağrıaçık / DieGazete.de

Dünya genelinde mesleğim gereği, sanattan siyasete ve dahi spora sayısını hatırlayamadığım kadar çok ünlüyü fotoğrafladım. Bunlar arasında siyaset dünyasında Demirel, Özal, İnönü, Erdoğan, Kohl, Schröder, Merkel, baba Busch, Chirac aklıma ilk gelenler. Sanatta Yeşilçam’ın dört yapraklı yoncasından, Tarık Akan’a, Oliver Stone’dan Jodie Foster’a, Minik Serçe’den, Tarkan’a ve dahi Shakira’ya… Ama spor, tabii ki futbol ve futbolcuların ayrı bir yeri oldu hayatımda. Zira hiçbir zaman futbolu sadece futbol olarak görmedim. O nedenle futbol dünyasının yıldızları hayatımda her zaman özel yerler edindi.

İçlerinde yaş olarak yetişemediklerim de oldu. Johan Cruyff ve Pele gibi. Beckenbauer gibi. Gerçi Kaiser’i sonrasında çok çektim. Kendisiyle tanıştım. Sohbet de ettim. Ama içimde hep Pele ve Cruyff mahsun kaldı. Şeytan Rıdvan, Kral Tanju, Zinedi Zidane, Brezilyalı gerçek ve şimdiki Ronaldo gibilere de vizörümün arkasından çok baktığım oldu.

Hepsinin de benim futbol sadece futbol değil düşüncemi doğrulayan, hayata dair kendince öyküleri vardı. Ama Maradona bir başkaydı. Onu ilk kez televizyonda görmüştüm. Hele benim için zor zamanların içinden geçtiğim dönemdeki Meksika’daki 1986 Dünya Kupası’nın ayrı bir yeri vardı. Arjantin ile İngiltere arasında geçen Falkland Savaşı’ndan 4 yıl sonrasıydı. Demir Leydi Margaret Thatcher masaya yumruğunu vurmuş ve kendilerine binlerce kilometre uzakta Arjantin’in burnunun ucundaki küçücük adayı geri almıştı. İşte bu deniz savaşından sonra oynanan ilk maç Arjantin-İngiltere rekabetinin önemli bir parçasıydı.

Tarihler 22 Haziran 1986’yı gösteriyordu. Yer Meksiko ve Aztek Stadyumu’ydu. İşte o yeşil çimlerin üzerinde Diego Armando Maradona sadece İngiliz milli takımını değil, güneşin batmadığı imparatorluğu tek başına dize getirmişti. Dahası Maradona’nın maçta attığı 2 gol dünya futbol tarihinin en önemli golleri arasında yer aldı. Kafası yerine eline çarpıp giren ilk golü kendi esprili tavrıyla “Tanrı’nın Eli” deyip geçti. Kendi yarı sahasından aldığı topla, dört İngiliz futbolcudan sonra kaleci Peter Shilton’ı da çalımlayıp attığı gol ise gerek saha içi, gerekse saha dışındaki anlamı adına “Yüzyılın Golü” olarak değerlendirildi. Maç 2-1 Arjantin’in üstünlüğüyle bitti ve Arjantin yarı finale yükseldi. Ardından Belçika ve finalde de Almanya’yı geçip kupa Maradona’nın ellerinde yükseldi. Böylece bugünkü futbolun başka gezegenden geldiği iddia edilen isimleri Messi ve Ronaldo’dan farkı, ayaklarından kafasına oradan ellerinde göğe yükselen bu kupaydı.

İşte o zaman aklıma gelmişti futbolun sadece futbol olmadığı. Nevi şahsına münhasır bir insandı. Bazen sempatik, yardımsever, mütevazı, saf, bazen de güvensiz, kasıntı, hatta egosunun etkisiyle kibirli ve şımarıktı. Bu nedenle de futbolun dışında hayatındaki her şey başka anlamlara büründü. Yine de futbol eleştirmenleri, eski futbolcular, şimdiki futbolcular ve futbolun ruhunu içinde yaşatan taraftarlarca tüm zamanların en iyi futbolcularından biri olarak görüldü. Hatta çoğu zaman en iyisi olduğu iddia edildi.

Ben onu ilk kez gözlerimle 24 Haziran 2006’da Leipzig’de gördüm. Saha içinde değil de bu kez tribünde görev yapıyordum. Serde foto muhabirliği olduğu için de makinem elimdeydi. Tribündeki Arjantinliler de maçtan çok ona olan saygı ve sevgilerini dile getiren çığlıklarını, pankartlarla süslemişlerdi. Öyle ki bir pankartta “Pele Sera Rey, Pero Diego es Dios – Pele kral, Diego ise Tanrı” yazıyordu. Ben de o saygıyı objektifimle betimlemeye çalışıyordum. Maçın normal süresi başlarda atılan gollerle 1-1 sona ermişti. Yarım saatlik uzatmayı beklerken önümdeki insanlar hareketlenince ben de ayağa kalktım.

Evet oydu. Futbolun yaşayan efsanesi üstünde mavi-beyaz forması, boynunda altın zincirleri ve kendini beğenmişliğin en pervazsız hallerine bürünmüş elinde purosuyla önümde duruyordu. Sadece çekiyordum.

Uzatma başladı. 98. dakikada Crespo ile Arjantin, Berlin’e doğru yola çıkarken, onun sevinci adeta kendisi gol atmışçasına görülmeye değerdi. Yumrukları bir kez daha sıkılmış, ağzından zafer çığlıkları gökyüzüne uzanıyordu. Maçın sonunda eller üzerinde bulunduğu yerden adeta taşındı. İşte benim Maradona maceram da böyle yaşandı.

Futbolcu olarak görkemine rağmen, insani hayatın boşluklarını dolduramadan erken yaşta gitti. “Futbolun Tanrıları” diye bir deyim vardır. Gerçekten de o Tanrılar, ona futbol adına her şeyi bahşetti. Ancak fani bir insan olmak adına, ya da bu hayata veda eden bir ölümlü olmak adına, bu kez gerçek Tanrı’ya, yani insan üstü yeteneklerini ona veren Tanrı’ya ihtiyacı var. Tıpkı tribünde asılı olan o pankartta yazdığı gibi, “God Save Diego – Tanrı seni kutsasın.”

Öbür tarafta nasıl çalımlar ve goller atacak, nasıl sevinçler, ya da acılar yaşayacak bilemeyiz. Bildiğimiz tek gerçek, futbol ya da hayat bir gerçek efsaneyi kaybetti. Sonunda “Tanrı’nın Eli” onu bu dünyadan çekip aldı.

Fotoğraflar: Münir Bağrıaçık

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*